Üniversiteyi İstanbul'da okudum!. 1985-89 yılları arasında dört yılımı geçirdim yedi tepeli şehirde. Profesör Sevin Toluner'in ''Milletlerarası Umum Hukuku'' ndan tek ders sınavım biter bitmez sözcüğün tam anlamıyla kaçıp İzmir’e döndüm. O günün ölçülerinde İstanbul'un yanında köydü çünkü!.
Kadıköy, Bakırköy, Erenköy falan çelemedi aklımı!. İş yaşamıma orada başlasaydım çok daha parlak ve tatmin edici bir dönem yaşayabileceğime dair his hep canlıdır içimde. Hep canlıdır da; en ufak bir ‘ keşke ‘ ve en ufak bir pişmanlık parçası olmamıştır usumda..
İnsanlık tarihinin yerleşimle başlayan sürecinde şehir yoktur, köy vardır. O köylerin de ilk kez Mezopotamya’da kurulduğunu yazar tarih.. Yerleşik yaşama geçiş aşamasında oluşturulan ilk yerleşim birimleri köydür dostlar. Mülk olgusu da o ara ortaya çıkmıştır! Avcı – Toplayıcı Kültüründen yerleşik yaşama geçişin katalizörlerinden en önemlisidir mülkiyet hırsı; ama bu yazının konusu değildir.
Köye dönelim mi?
İzmir’de doğup büyüdüğüm mahallenin sakinleri Mezopotamya’dan bin yıllar sonra köyden kente göçenlerden farklı değildi. Hepsinin ama hepsinin kökeninde, hikayesinde köy vardı!. Rahmetli anam Aydın’ın Bozdoğan’ından merhum babamı bulup da gelmiş şehre.. Rahmetli babam da Şumnu’nun Yukarı Bohçalar Köyü’nden. 2015’te gidip gördüm Bulgaristan’da; hala köydü..
70’li yıllarda çocukluğumu, 80’li yıllarda ilk gençliğimi yaşadığım mahallemde şehrin heybetini ve kapsayıcılığını hissettiğimi söyleyemem. Şehri İstanbul’da görüp yaşadığımı ve korktuğumu, hiç hoşlanmadığımı rahatlıkla ifade edebilirim ama. Belki de o korkunun sonucudur tek ders sınavından hemen sonra İzmir’e dönmemin nedeni.. Bir çeşit köye geri dönüş serüveni!
Profesyonel yaşamla birlikte İzmir’in şehir yaşamını da tanımaya başladığım yıl 1992’nin sonlarıdır. İlk zamanlar eğlenceli geldiğini ( utanarak ) itiraf etmeliyim. Kendi paranı kazanmanın hazzı, ülkenin en büyük holdinglerinin birinde çalışmanın kavak yellerinde yarattığı ( salakça ) devinimin verdiği güven falan! Şehrin en itibarlı restoranlarında yenen yemekler, her yıl yenilenen otomobiller, yurt dışı geziler döndürmüştü başımı.. Ama; İstanbul yine de korkuyla eş anlamlıydı usumda! Yanlış hatırlamıyorsam Türk Hava Yolları’nın 5.05 uçağıyla gittiğim Bizans’tan 23.55 uçağıyla geri dönerdim hep, gece kalmamaya özen gösterirdim. O zamanlar rahatlatırdı bu kaçış beni İzmir’e doğru. Taa ki iki yıl öncesine dek!
İki yıl önce dönemin hükümetlerinin aldığı kararın zorbavari uzantılarında ( 5 yıl gecikmeyle ) emekli oldum. Can sıkıntısından değil, bağlanan emekli maaşının komikliğinin iz düşümünde yaklaşık bir yıl daha çalıştım! Titizimdir ayıp söylemesi; ütü yapmayı öğrendim! Zoraki iki dirhem bir çekirdek görünmeye çalıştım şehirde otuz yıla yakın! Yahu bakkaldan alışveriş yaparken iki lafın belini kırmayı severim ben; hipermarketlere mecbur olduk. Mahalle kültürüyle büyümüşüz; insan konservesi misali apartmanlara, sitelere mahkum edildik. Binalarla birlikte riyakarlığın da yükseldiğini gördüm hiç istemeden; ufuk çizgisini esirgedi şehir benden. Mevsim geçişlerini takvimlere bakıp fark etmeye başlayınca isyanın fokur fokur hissi sardı her yanımı. Sonrası mı?
YETTİ GARİ!!!
Merih’le kafa kafaya verip nereye kaçabileceğimizi kurgulamaya başladık. Kimi denemeler de yaptık. Benim ‘’ Hah! Burada kalalım. ‘’ dediğim yerlere o burun kıvırdı. O’nun ‘’ Salimu ne güzel yer! ‘’ dediği yerlere ben dirsek gösterdim! Taa ki kış bitiminin soğuk ama güneşli bir gününe kadar.. ( Kıç – Yumurta determinizmi en büyük belirleyiciydi doğal olarak. Olanaklar doğrultusunda hareket ettik.)
Dostlar sağolsun. Para değil dost biriktirmenin doğru, dosdoğru olduğunun samimiyetinde köydeyiz gari!
Sabahları horoz ötüyor; saat falan zaten kurmuyoruz.
Yalanım varsa şehre döneyim; 6 bilemedin 7 saat uyku yetiyor.
Yumurtayı Fatma Abla’dan, sütü Mehmet’in tanışı köylüden alıyoruz. Marketten değil yoğurdumuz, Merih mayalıyor sütümüzden.
Zeytinin kör sezonu ama yağ için seçeneklerimiz mevcut.
Kaz Dağları’nın rüzgarı hiç durmadan esip duru.
Mavi ve yeşilin koalisyonuna uyanıyoruz her sabah.
AVM yok Bakkal Caner var. Trafik mi? Yol olursa olur o! Köyde bildiğiniz anlamda yol falan yok. Ama esaslı komşular var. İbraam’ın güler yüzü ve lök gibi kahvesi var. Çandarlı’da Cuma Pazarı, Dikili’de Salı Pazarı var.
Jetski yok. Bir sürat motoruna bağlanıp üzerine binilmek suretiyle ahmakça dengede durulmaya çalışılan ‘ banana ‘ falan görmedim; yok! Halk Plajları var. Yüz liraya lahmacuna rastlamadım; onbeş liraya patates kızartması, ikibuçuk liraya tavşan kanı çay var.
Her gördüğümde Beyazıt’taki üniversite kapısını anımsadığım değerli hocamın deyişiyle burası cennete çok yakın. Yok efendim illa da İzmir derseniz bir saat uzağımızda..
Şimdilik bitirirken; yeni haftada da kendinize çok ama çok iyi davranın…
FACEBOOK YORUMLAR